Türkiye'deki son göçer topluluk olan Sarıkeçililer’in bir üyesi ve topluluk temelli sosyal işletme olan Geççi’nin yürütücüsü Oğuzhan Çoban’la Hatay'da yürüttükleri mutfak ve seyyar çamaşırhaneyi konuşmaya devam ediyoruz.
A.Ö.: Oğuzhan, çok güzel anlattın. Takdir edilesi gerçekten. Sen yalnız mısın bütün bunları yaparken? Yoksa yanında birlikte hareket ettiğin insanlar, arkadaşların, dostların var mı?
O.Ç.: Böyle bir durumda yalnız olmak, ya da bu kadar şeyi yalnız yapmak ne mümkün? Zaten depremde bizim bunları yapmamıza gerek olmasının sebebi birilerinin yönetimde ya da merkeziyetçilikte yalnızlığı seçmesi. Bu süreçte verilebilecek bence en büyük politik söylem bu olmalıydı. Bir afet durumunda bile, bir deprem sonrası enkaz altından kalkma durumunda bile verilen o tek insan, tek adam yetkisinin cezasını çektik. Ne mahalleler örgütlenebildi ne muhtarlıklar örgütlenebildi ne de belediyeler örgütlenebildi. Herkes bir yerden bir üstünden telefon bekler haldeydi. O yüzden halkın dayanışmasının bütün bu engellemelerinin üzerinden aşarak vücut bulduğu bir yerdeyiz. Ve dayanışma yan yana, omuz omuza, beraber aynı hedef için aynı doğrultuda mücadele etmek biçimi ya. O yüzden nefes alan ya da Türkiye'de nefes alan, dünyada kalbi burayla beraber atan herkesle beraber yapabildik bütün bunları. Ama özel olarak bizim yaptığımız, Geççi’nin yaptığı işlerde saymadan geçemeyeceğimiz çok çok değerli önemli unsurlar var. Güzel noktaya değindin. Bunu ben çok kaçırıyorum. Başta topluluğumuza teşekkür etmek gerekiyor. Bir, bize aktardığı, yani topluluğumuzun sürdürdüğü yaşam biçimi, göçebe yaşam modelinin bize aktardığı pratikle biz buradaki bu anormal durum içerisinde normal kalıp gereklilikleri yerine getirebilir hale geldik. En büyük avantajımız ve istekliğimiz bu bence.
A.Ö.: Sarıkeçili olmanın ve oradaki pratiklerin senin bunu yapabilmende çok büyük etkisi olduğunu söylüyorsun.
O.Ç.: Kesinlikle, kesinlikle. Bunları gerçekleştirmekteki etkisi çok büyük. Ve buradayken, buradaki süreçte gönüllü olarak buraya gelmiş, yaptığımız işleri değerli bulup bize doğrudan omuz atmak istemiş insanları da katmak gerekiyor. Burada bir ekibe dönüştü. Bu sayı yirmileri bulduğu zaman da oldu, üçe, ikiye, bire kadar da indi. Yerine göre. Ama hareketli ve ihtiyaç duyduğu anda ihtiyaç duyduğu her şeye ulaşan bir ekip olduk. Sahada faal olduğu kadar saha arkasında da faul olabildik. Özellikle yurt dışında bulunan öğretim görevlisi ya da çalışan arkadaşlarımızdan oluşan bir masa başı ekip bize hem teknik destek hem de ekonomik destek sağladılar. Uzaktan ve hala yapmaya devam ediyorlar. Aynı şekilde sahada bambaşka koordinasyonu yürütenlerle, ya da yani en başından bizim hayatımızda öcü görmüş gibi korktuğumuz orman teşkilatıyla bile burada sırt sırta beraber operasyon yürüttük. O çamaşır arabamızı ilk sahaya çıkartıp kurduğumuz gün öğle saatlerinde su bitmeye tam yakınken bir tane orman arozözü hem de Silifke'de direkt bizim yaşam alanımızdan zaten bildiğimiz bir arozöz önümüzde durup bize suyumuzun olup olmadığını sorup doldurmayı teklif ettiler. Normal hayatımızda korktuğumuz ama orada karşımızda gördüğümüz insanlarla birlikte dayanışarak bunu yapabildik.
A.Ö.: Anladım. Oğuzhan, sonuçta bütün bunlar biraz da maddi bir kaynağı gerektiriyor. Tamam sen arabandaki hayvanlarla geldin. O da bir kaynak. Ama ondan sonrasını nasıl yürütebildiniz?
O.Ç.: Şöyle; bizim getirdiğimizin haricinde bölgeye topluluğumuzun da desteğiyle yaklaşık üç yüze yakın hayvan getirdik. Bizim üretimimiz bu. Yanlış bir anlaşılmaya mahal vermesin.
Biz göçebe hayvancılık yapıyoruz ve buraya bu sunabileceğimiz tek katkı ürettiğimiz o gıdanın kendisi. Ondan dolayı bu sayıyı veriyorum. Süreç boyunca bunu getirdik. Bir süredir 3-3,5 yıldır sürdürdüğümüz ekonomik kalkınma faaliyetinin getirisi olan kendimize tesis yapmak için ayırdığımız bir miktar öz sermayemiz vardı. Biz onu harcadık burada. Başlarda özellikle çok ihtiyacımız vardı. O kısmı harcadık burada. Ama elimizdeki parayı bitirmiş olmanın acayip bir mutluluğunu yaşıyoruz. Çünkü o an, o öyle bir şeye dokundu ve öyle bir şeye dönüştü ki şimdi on katı olsa o kadar hayati olamaz. Ya ilk beş gün içerisinde dünyalar sizin olsa bu sahada bir şey yapamadığımız durumdaydık. Bir lojistik ağı kurup sipariş ettiğimiz malzemeyi altı saat sonra burada istediğimiz noktada görmek çok yeterliydi başlı başına. Bu paranın alabileceği bir şey değildi. Bu süreç içerisinde özellikle öz sermayemizi fazlasıyla yani sonuna gelecek kadar tükettik. Ama dediğim gibi bu kötü bir durum değil. Aksine bundan mutluluk duyuyoruz. On beşinci günden sonra bizi takip eden insanlara şöyle bir mesaj atmıştık, hatırladığım kadarıyla söyleyeceğim; bu deprem hepimizin evine, uykusuna, yatağına ve cüzdanına dokunmadığı sürece gerçekten dayanışmış olmayacağız. Biz kıl çadırlarda kalıyoruz, depreme dayanıklı yapılar. Ama biz birileri enkazın altındayken onun dışında olamazdık. Biz de girdik oraya ve bundan çok mutluyuz.
A.Ö.: Oğuzhan, yerel halkla ilişkiniz nasıl orada? Yani yerel halkla derken tabii ki depremzedelere yardımcı oldunuz o anlamda sormuyorum ama iş birliği açısından ya da alışveriş açısından yerel hakla temasınız nedir?
O.Ç.: Şöyle, halkla temasımız bizim ikinci faz dediğimiz o ilk akut insani yardımı geçirdikten sonraki kısımda başladı. Çünkü o ilk akut dönemde ben bir kilometre çapın dışına çıkmadım. Çok kısıtlı bir alanda çalıştık ama o alanın sürekli sürdürülebilir olması için çabalıyorduk. Yani sadece ben değil biz Geççi olarak bunun için çabaladık, ilk on üç günlük dönemde. Ancak ikinci döneme geldiğimizde elimizdeki mutfakların sürdürülebilir gıda üretmeye devam edebiliyor olması kritik bir öneme kavuştu. Çünkü ilk on gün on beş gün içerisinde insanlar yardımlarını yaptılar ve sahayı terk ettiler. Bizim bazı mutfaklarımızın bir gün içerisinde normalde çıkardığı tabak sayısı iki katına çıktı. Çünkü iki kilometre ötedeki bir belediye yemek aşevi kapatıp gitti. Yani insanlara yemek verirken ve o insanlar o yemeğe hala muhtaçlarken görevlendirme süresi bittiği için oradaki insanlar tası tarağı toplayıp kalkıp gittiler. Orayı terk ettiler. Ve bizim mutfak sayılarımız arttı filan. Bu bizi daha büyük bir endişeye götürdü. Mutfakların devam edebilir olması gerekiyordu. Ama diğer taraftan sürdürülebilirlikten bahsediyorken İstanbul'dan otobüslere yüklenip, kamyonlara yüklenip gönderilen gıda malzemesi ya da tüpün bölgedeki sürdürülebilirlikle hiçbir alakası yok. Aksine am bir yardımlaşma örneği. Merkezden bucağa inen, kentten kıra doğru bir yol izleyen bir zincir. Ve doğru bir zincir değil bu. Pandemi sürecinde bunun çok kırılgan ve dışa bağımlı olduğunu net bir şekilde gözlemlemiştik zaten. Mevcuttaki mutfaklarımızın ihtiyaç duyduğu tüm malzemeleri mümkün olan en kısa mesafeden ya yerelden tedarik etmek için çalışmaya başladık. İlk yaptığımız şey burada bir tüp satıcısının tekrar işi döndüğünü öğrenip insanları buradan mutfaklarımıza tüp alması için teşvik ettik. Hemen arkasından bir ekmek krizi yaşamaya başladık. Bölgedeki gezici ekmek fırınları da çekilince bir ekmek kıtlığı oluştu. Bölgedeki yerelde, kırsalda depremden çok da etkilenmemiş insanların un ve suya ulaştıkları takdirde ekmek üretebileceğini anladıktan sonra onların da isteği üzerine burada tandır ekmeği ürettirmeye başladık. Henüz tüm öğünlerde kullanamasak da en azından bu 8-10 bin kişilik 13 bin kişilere çıkan yemek organizasyonunda sabah kahvaltılarında bölgeden 8-10 kilometre mesafedeki mahallelerde pişirilmiş tandır ekmeklerini servis ettik. Yine aynı şekilde süt tedarik zinciri çok hasar gördü. Bölge sütçüleri depremden etkilendiler. Süt firmaları buraya gelip sütleri almadılar. Ancak endüstriyel üretim biçimine sahip bu küçük üreticiler hayvanları süt vermek zorunda. Birden kesilmiyorlar. Ellerinde süt var. Bu sütü döküp tankını yıkayamayacak durumdalar, su yok çünkü. Sütü yola koyuyorlar, kimse almıyor. Böyle bir durumun ortasında biz alsak mutfaklarda götürüp hemen pişirmemiz gerekiyor. Ya da kullanamıyoruz. Sütleri kaynattırıp peynir yapmalarını istedik. Kaynamış ve peynire dönüşmüş bu ürünü yüzde dokuzluk bir tuz solüsyonuyla güvenilir hale getirdik tekrar. Ve bunu yine mutfaklarımızda servis etmeye başladık. Hakeza pek çok tarım ürünü için bunu gerçekleştirdik. Ancak bu süreçte de kalan öz sermayemizi bitirdik. Bu hareketi, başlattığımızda bizimle yürüyecek insanların bu doğrudan alma konusuna kanalize olacaklarını zannediyorduk. Birisi yardım etmek istediği için bize ulaştığında ona ‘ben size bütün peynir üreticilerimizin, süt üreticilerinin numaralarını ve iletişim bilgilerini atayım, kendileriyle görüşüp ödemelerini yapın, biz de gider alırız, bize miktarı söylemeniz yeterli’ dediğimde bana ‘siz ne kadar istiyorsunuz söyleyin biz Adana'dan bir kamyon gönderelim gerekirse’ dediler. Yani bir yerden. Bazen öyle noktalara geliyor ki, bu kişilere yarım saat sonra Adana'dan gelebilecek, buradan benim alamadığım, Adana'dan almaya muhtaç olduğum, başka bir yerden almaya muhtaç olduğum şeylerin listesini mesaj atmak zorunda kaldım. Yani o kaygıyı aktaramadık, bunu yapamadık. O yüzden bu kırsaldan alım hareketimiz şu an zor, ya bir yerden destek geldikçe ya da zorunda kaldıkça şeklinde ilerliyor. Ama insan temasımız devam ediyor. Bu ekmek yapım sürecinde kırsal alanda nüfusun minimum bir buçuk iki katına çıktığını, şehir dışına göç etmiş depremzedelerin kırsal alanda ailesinin ya da kendi köylerine geri gelmek istediklerini gözlemledik. Yani 2,5-3 katına kadar çıkmasının ihtimali var köy nüfusunun. Bu kapasite artışında mevcut tandırlar, ortak sosyal yaşam alanlarının yetersiz olduğunu gördük. Bizim bu bahsettiğim ikinci faz döneminde çalışma alanımız kentlerdeki toplama kampları değil de kırsal alanda yaşam alanını terk etmeyen insanların hizmete ve imkanlara ulaşması oldu. Zaten uzman olduğumuz konu tarım ve hayvancılık. Zaten bu vakitten sonra bir konuda çalışacak, konuşacak ya da enerji harcayacaksak doğru alan buydu, doğru yer orasıydı, burada çalışmaya başladık. Gerçekten insanların ahırlarının ya da yaşam alanlarının zehirsiz ve biyolojik mücadele yöntemleriyle dezenfekte edilmesinden tutun da bu insanların gıda paketlerine ulaşmasına ya da köyün sosyal alanlarının tasarlanmasına kadar her konuda pek çok mahalle, dernek, dayanışma gibi oranın yerel oluşumlarıyla iş birliği halinde çalışıyoruz.
A.Ö.: Çok güzel. Yani dayanışmanın da dikey ya da yatay olma olasılığı var ve esas olanın yatay olan dayanışma olduğunu senin söylediklerinden anlıyorum. Peki, ne kadar süre orada kalmayı hedefliyorsunuz Oğuzhan?
O.Ç.: Ben bu kadar kalacağımı gelirken düşünmemiştim. Ama buraya geldikten sonra benim için “Hatay'ın dışında nefes alamıyorum, buranın dışında yaşayamıyorum”a dönüştü. Bu geçer mi bir süre sonra, bilmiyorum. Ama buraya o kadar hızlı gelip o durumu görünce kendimi daha da suçlu hissedip burada kalarak birazcık da bencillik edip vicdanımı rahatlatıyorum diye düşünüyorum. Çünkü buradan dışarı çıksam çok büyük bir suçluluk yaşamaya başlarım. Ya da buraya ilk geldiğim anda kapattığım duygu şalterimi açmam gerekebilir diye düşünüyorum. Ya şu anda burada gördüklerim duygulara dönüşmüyor. Gördüklerim işlenip bir veriye çevriliyor. Bir süre sonra bu verileri işleyeceğim diye şalteri kapattım şimdilik.
A.Ö.: Anladım. Tam da orayı soracaktım aslında. Bütün bunlardan sonra; oraya ilk gittiğinde muhtemelen çok ciddi bir yıkım gördün, ondan sonra çok ciddi bir efor sarf ederek bir dayanışma sergiledin, bütün bunların dışında duygusal olarak ne hissediyorsun, onu da merak ediyorum açıkçası. Bütün o gördüklerim ve yaşadıklarından sonra bir çökme anı yaşadın mı mesela onu merak ediyorum.
O.Ç.: Bir kere revirin elektriğini kontrol etmek için girdiğimde sesimin çıkmadığını görüp, sağ olsun oradaki doktor arkadaşlar zorla beni yatırıp bir iğne yaptılar. Gerçi sonradan bunun kortizon olduğunu öğrenip kızmıştım, neden bana benden habersiz siz kortizon basıyorsunuz diye. Olayın ikinci gününden itibaren artık bir sesim yoktu. Çünkü organize olmak için, bir şeyleri yapmak için ya jeneratörle ilgili bir şey yapıyoruz.
A.Ö.: Tamam, ben psikolojik anlamda mı acaba diye düşündüm.
O.Ç.: Bunun için bana iğne yapıp sonra bir de oksijen solutturdular. İlk defa beş dakika vaktim oldu, o yoğunluğun içerisinde bir beş dakika zamanım oldu. Ve o beş dakika ağladım. Sonraki iki saat boyunca…
A.Ö.: Kaçıncı gündü bu Oğuzhan?
O.Ç.: Bizim oraya varışımızın ikinci günü, olayların üçüncü gününe denk geliyor. Öyle söyleyeyim.
Sonraki iki saat boyunca şeyi düşündüm; hangisine ağladım ben? Burada gördüğüm ya da yaşadığım tanık olduğum olmaya devam ettim şeye mi ağladığım, düşündüm, bulamadım. Hala daha öyle. Yani burada şu an neye üzüleceğimi, gördüğümün hangisinin üzücü ya da travmatik bir görüntü durum olduğunu bilmiyorum. Ve bu süreçte şöyle düşünüyorum; bu olay henüz toplumsal bir hafızamıza yerleşmedi. Bence toplum olarak ortak akılla daha bu afeti yaşamadık. Biraz zaman alacak. Benimki de böyle onunla eş zamanlı gidecek gibi görünüyor bir taraftan. Ama süreye gelirsek şu an üzerinde çalıştığımız en uzun süre az önce bahsettiğim çöpsüz mutfak. İki yıl boyunca Hatay yeniden inşa olurken, kurulurken ya da enkazı kaldırılırken burada olup kaygılandığımız şeylerin peşine düşeceğiz. İhtiyaç olan ve ortak paydada anlaşabildiğimiz herkesin derdine derman olacağız. Herkesin yüküne omuz atmaya çalışacağız ve bunu besleyeceğiz. Gerçekten bunu bir mutfakla yapacağız en başta. Mutfak olarak sürdüreceğiz. Bu bizim için çok değerli ve heyecan verici. Ama bir iki yıl benim için burada görünüyor şimdilik.
A.Ö.: İki yıl orada olmayı düşünüyorsun.
O.Ç.: Evet.
A.Ö.: Öyle anlıyoruz. İki yıl sonra oradan çıktığında ne hissedeceğini de aslında çok merak ediyorum ama herhalde bugünden cevap verilebilecek bir şey değil.Çok teşekkür ediyoruz programa katıldığın için. Çok keyifliydi seni dinlemek. O coşkunu da çok net hissedebildik program boyunca. Çok teşekkürler. Yüreğine sağlık, emeğine sağlık. Ve kolay gelsin diyorum.
O.Ç.: Ben teşekkür ederim. Beni çağırdığınız için de çok mutlu oldum. Buradan ben Hatay'a geldiğimden beri buradan kafayı kaldırıp, hiçbir yere bakamadım. Programa çok sevindim. En kısa zamanda takipçi bağlayacağım. İlk programınız yayınlandı. Bugün gördüm ama dinleyemedim henüz. Bu süreçte fiziki olarak burada bulunup ya da gerçekten yüreğiyle, emeğiyle, desteğiyle burada bulunan dayanışma gösteren herkese çok selam söylüyorum. Herkese kocaman salıyorum. Yüreğinden öpüyorum herkesi.
A.Ö. Bu süreçte burada olduğumuzu bilmenizi istiyoruz. Buradayız. Dayanışmak üzere diyorum.
O.Ç.: Dayanışmak üzere.
A.Ö.: Hoşçakalın. Görüşürüz herkese selamlar.
O.Ç.: Bol selamlar.